Hayat Nedir?
Hayat Nedir? Ben Kimim?Hayat oluş halinde olan maddedir. Sürekli değişir. Karşıtlığı içinde barındırır. Her şey birbiriyle bağlantılıdır. Birbirini etkiler. Karşıtların mücadelesi sonucu ortaya çıkan nicel birikim en sonunda nitel bir sıçramaya dönüşür. Bu hayatın kendisinde olan bir durumdur. Ölüm ve yaşam hayatın içerisindedir.
Bu karşıtlar birbiriyle mücadele halindedir. Ölümün içinden yaşam doğmakta, yaşamla birlikte ölüm başlamaktadır. Yaşam ve ölüm karşıtlığında ortaya çıkan nicel birikim bir nitel sıçrama doğurur. Fakat bu bir yokoluş hali değildir. Başka bir şeye dönüşmektir. Örneğin, ölen bir bitkinin ayrışarak toprağa karışması, ölen bitkinin tohumundan yeni bitkinin doğması gibi...
Burada şu soru akla gelebilir "Bir şey ölüyor, yeni bir şey doğuyor. Ama birbiriyle aynı özelliklere sahip. Peki bu bir kısır döngü değil mi?" Buna vereceğimiz yanıt, yaşamı nasıl anlamlandırdığımızla ilgili. Geçmişi, dünya tarihini hesaba katmayan bir bakış açısı, olguya şu şekilde bakacaktır; "Ölen ve yeniden doğan şeyin içinde değişmeyen bir töz vardır." Bu bakış açısı sonuç olarak idealizme varacak ve olguda yüce bir yaratıcının parmağını arayacaktır. Fakat bu olguyu tarihsellik içinde incelersek o şeyin, maddenin oluşumunun bir parçası olduğu görülecektir.
Örneklendirecek olursak bir serçe, ondan milyonlarca yıl önce yaşamış olan kuş türlerinden bugüne kadar gelen birikimi üzerinde taşımakta, ona bir şeyler ekleyerek evrim çizgisi içerisinde kendinden sonraki kuşaklara aktarmaktadır.
Son zamanlarda evrimi çürütüyor düşüncesiyle İstanbul'un çeşitli kamuya açık yerlerinde sinek ve levrek balığı fosilleri sergilenmektedir. 150 milyon yıllık bu fosillerle günümüzdeki sinek ve levrek balığının bir farkının bulunmadığını gösterip yaratılışı ispatlamaya çalışıyorlar. Aslında farkında bile değiller bunun evrimin ispatı olduğunun. Çünkü evrim çizgisi çok çabuk değişen bir çizgi değildir. İfade edilen zaman dilimi bize fazla gelebilir. Ancak dünyanın, hatta evrenin yaşı düşünüldüğünde bahsedilen sürenin çok kısa olduğu görülecektir. Ayrıca bu kısa zaman diliminde bile bir değişim, bir birikim söz konusudur. Yaratılışçıların tek dayanak noktaları bizim bu değişimi gözümüzle, bilgimizin sınırlılığıyla algılayamıyor olmamızdır. Tıpkı 99 derecedeki suyla 20 derecedeki suya bakıldığında ikisinin de sıvı kıvamında olması gibi. Aslında ikisi arasında hem nitelik hem de nicel birikim açısından fark bulunmaktadır. 99 derecedeki su, biraz daha ısındıktan sonra gaz hale dönüşecektir.
Hayatın oluş çizgisi içinden bir kareyi alıp evrimi çürüttüm sanmak olsa olsa bütünsel bakamayan kafaların kendi içindeki çelişkisidir. Ayrıca evrime bu kadar saldırılıyor olması da kendi içinde bir korkuyu barındırır. Düşünsel özgürlük korkusu... Bağnaz fikirlerin kökünü kazıyacak olan şey insanın kendine ben kimim, neden yaşıyorum, nasıl varoldum, hayat nedir? gibi soruları sormasıdır.
Biraz daha açacak olursak sadece insanla maymun aynı atadan oluşmamıştır. Uçan kuşla yüzen balıkla da aynı atadan geliyoruz. Aslında tüm canlılar en sonunda tek hücreli basit organizmalara dayanmaktadır. Bu tek hücreliden bugüne gelinmektedir. Canlıların yapısında hücrenin bulunması, bunun bir anlamda ispatıdır.
Bu düşüncemizi sadece canlılar içinde tutmaz, hayatın oluş çizgisinin bütünselliğinde değerlendirirsek, ilk tek hücrelinin doğumuna uygun ortamın oluşabilmesi için evrenin oluşumundan (big bang) bu yana çok uzun bir sürenin geçtiğini görürüz. Canlılığın evrimi de aynı zamanda evrenin evrimi içerisindedir. Evrendeki diğer yıldızların, gezegenlerin yapısında var olan atomların aynı zamanda insan ve diğer canlıların yapısında da bulunması onlardan ayrı olmadığımızı, doğanın bir parçası olduğumuzu gösteriyor.
Astrofizikteki gelişmelerle birlikte artık biliyoruz kanımızdaki demir, oksijen kemiklerimizdeki kalsiyum büyük patlamayla birlikte oluşan, evreni oluşturan element ve moleküllerdir. Böylelikle diyebiliriz ki evren içinde yaşayan bizler, o milyarlarca yıl sürmüş birikimin eseriyiz. Maymunla aynı atadan geldiğimiz gibi yıldızlardan, gezegenlerden de gelmekteyiz.
Madem ki insan doğanın bir parçası, insanı diğer canlılardan ayıran özellik ne, insanı böylesine farklılaştıran, uzaklaştıran... Biyolojik evrim açısından insanı ele aldığımızda insan doğadaki diğer canlılara göre daha korunmasız durumdadır. Bebeklik süresi uzundur. Annesinin karnından doğar doğmaz ayaklanan bir buzağı gibi değildir. Bakıma ihtiyacı vardır. Ya da soğuk havalarda kendini koruyacağı bir postu yoktur ayı gibi. Doğa olayları yaşantısını olumsuz etkilemektedir. Bir aslan gibi pençelere de sahip değildir. Her an yırtıcı bir hayvana yem de olabilir.
İnsanın tüm bu olumsuzluklara, zorlayıcı koşullara rağmen yaşayabilmesi için kendi değişiminin de bu koşullara uyumlu olması gerekiyordu. Değişen iklimsel koşullar karşısında atalarımız ağaç gövdelerine tutunarak yavaş yavaş iki ayakları üzerinde durmaya başladılar. Ve ön ayakları (elleri) boşa çıktı. Gitgide artan dik duruşla birlikte beyin hacmi büyüdü. Boşa çıkan ellerin etkinliği de beyni ilmek ilmek işledi. Eller de gitgide hüner kazandı.
Yukarıda saydığımız tüm bu zorlu koşulların üstesinden insan, Engels'in deyimiyle elleriyle gerçekleştirdiği toplumsal eylemiyle gelmiştir. Bu emek faktörü insanı biyolojik evrim içerisinde çok şanslı kılmıştır. Toplumsal yaşam birlikteliğinin güvenliği içerisinde yavrularını büyütmüş, yırtıcı hayvanlara karşı birlikte kendisini savunmuş, birlikte avlanarak yiyeceğini doğadan çıkarmıştır. Boş kalan elleriyle de geçim araçlarını üretmeye başlamıştır. Örneğin; artık ayı gibi bir postu olmaması bir olumsuzluk değildir. Soğuk havalarda giysilerini giyecek, sıcakta çıkaracaktır. Ancak ayı, ani değişen koşullar karşısında postunu bir anda sırtından çıkarıp atamayacaktır. Böylelikle insandaki bu durum avantaja dönmüştür.
İnsanın bu toplumsal eylemi sebebiyle iletişimi bir zorunluluk haline gelmiş, ilk başta işaretlerle başlayan ve gitgide bağrışlarla sözcüklere dönüşen dil, ses tellerinin de gelişmesiyle ortaya çıkmıştır. Böylelikle edinilen deneyimleri dilde birikmiş, kuşaktan kuşağa aktarılmıştır.
Ancak bu gelişmeler sonucunda insan bugünkü haline gelebilmiştir. Fakat, sadece bugüne bakıp yüce yaratıcı bir elin onu ayrıcalıklı yarattığı ukalalığına düşmek en başta insanın kendisine yapılmış bir haksızlık olacaktır. Zehirli bir otu yiyerek ölen ilk insanın bile insanlığa faydası vardır. Çünkü ondan sonrakiler o otu yememiştir. İlk mızrağı yapanın avlanmayı kolaylaştırarak tehlikeyi azaltması bakımından önemi çok büyüktür. Tekerleği ilk bulan insanın da tarihin tekerleğini bugüne döndürmede büyük katkıları olmuştur. Aslında her ilerleme, her buluş insanlığın görkemli eserine bir tuğla koymaktır.
İnsan, kendi geçim aletlerini üreterek gerçekleştirdiği toplumsal eylemiyle biyolojik evrimden ayrılmış ve diğer canlılara göre farklılaşmıştır. Attığı her adımda kendinden önceki atalarıyla birliktedir. O uykuya daldığında yalnız değildir. Ataları da onunla birlikte uyumaktadır. O uyandığında ataları ona günaydın demektedir. Yani insan kendinden önceki atalarına karşı borçlu, kendinden sonra doğacak gelecekteki nesillere karşı da sorumludur. Bu nedenle insanlığın birikimine ihanet etme hakkına sahip değildir.